YAZARLAR

DAİŞ’i İdlib’de barındırırlar mı?

Yeryüzünün en sıkı aranan suçluları konumundaki kanlı örgüt liderlerinin yoğun TSK askerî varlığı ve HTŞ kontrol noktaları arasında, MİT’e ilaveten Irak istihbaratçılarının fink attığı yerlerde aylarca kimseye çaktırmadan, çoluk çocuk, ailecek yaşayabilmesi elbette bir çırpıda geçiştirilebilecek hadise değil...

 

“İslâm Devleti” örgütünün iki “halife”sinin de Suriye’de, cihatçıların yönetiminde-Ankara’nın denetiminde bulunan İdlib’in derinliklerinde barınmış oluşu şüphesiz haklı kaygıları ve şüpheleri besliyor. Yeryüzünün en sıkı aranan suçluları konumundaki kanlı örgüt liderlerinin yoğun TSK askerî varlığı ve HTŞ kontrol noktaları arasında, MİT’e ilaveten Irak istihbaratçılarının fink attığı yerlerde aylarca kimseye çaktırmadan, çoluk çocuk, ailecek yaşayabilmesi elbette bir çırpıda geçiştirilebilecek hadise değil.

Ancak bu konu üzerine düşünülürken kolaycılığa kaçılıyor. Ya basitçe bilgisizlikten ya sonuca varmanın ille kestirme yolunu aramaktan ya da “kötü adamlar”ın hepsinin aynı çeteden olmasını ve beraber hareket ediyor olmasını arzu etmekten, aksi halde hazır paket izahat ve yorumların bozulacağı endişesinden doğan tavırlar hakikate ulaşmayı zorlaştırıyor.

Irak’taki büyük cihatçı şahlanışını, önce Irak El-Kaidesi, sonra Irak İslâm Devleti sürecini, Suriye içsavaşıyla birlikte burayı da (“Bilad el-Şam”) kapsayan “Irak ve Şam İslâm Devleti” (IŞİD/DAİŞ) evresini, örgütün bazı bölgeleri ele geçirip egemenlik kurarak “İslâm Devleti” haline gelişini, halifelik ilan edişini, özellikle İdlib’deki cihatçı örgütler arasındaki mücadeleleri, El-Kaide’nin Suriye kolu El-Nusra’nın El-Kaide ile ilişkisini kestiğini ilan edişini, etrafına başka örgütleri de toplayıp önce “Şam’ın Fethi Cephesi”, sonra şimdiki adını alarak bölgenin Ahrar el-Şam gibi başka güçlü örgütlerini safdışı edişini, Ahrar ve Nureddin Zengi Hareketi’nden militanları da katarak Ankara’nın eski “Özgür Suriye Ordusu”nu “Suriye Millî Ordusu”na dönüştürmesini, ancak İdlib’in büyük bölümünün Türkiye’nin de rızası ve yönlendirmesiyle Heyet Tahrir el-Şam’ın denetimine -ve sorumluluğuna- girişini, bütün bunların içinde de özellikle DAİŞ ile öbür cihatçı örgütler arasında cereyan eden kıyasıya savaşları en azından gazetecilik düzeyinde izleyen hiç kimse için, DAİŞ liderlerinin İdlib’de barınıyor oluşu sıradan hadise değildir, mâkûl değildir; reflekslerini kaybetmemiş ya da siyasî amaçların hizmetine koşmamış bütün gözlemciler-yorumcular için merak konusudur.

Bu konuda güvenilir fikir sahibi olabilmek için çok bilgiye ihtiyacımız var. Sanırım Heyet Tahrir el-Şam’ın (HTŞ) olanlara ilişkin tutumu en çok merak edilmesi gereken mevzuların başında gelir.

Araştırmacı Eymen Cevad el-Tamimi, bu işler başladığından beri sürdürdüğü hizmetlerine bir yenisini ekledi ve HTŞ’nin en “kafa” adamlarından Ebu Meryem el-Kahtani’nin konuya dair açıklamasını çevirip yayımladı. Kahtani’nin sözleri HTŞ’nin herhangi bir yönetim organının damgasını taşımadığı için örgütün resmî yazılı açıklaması sayılamaz. Ancak resmî olmayan açıklaması sayılır! (Aktarmayı çoğu zaman toparlayarak yapacağım.)

“İFTİRA EDİYORLAR!”

El-Kahtani, sözlerine “iftiradan, yalandan, yaygaradan” yakınarak giriyor. Çünkü HTŞ iki yönden suçlama ateşi altında: Kimileri onları DAİŞ liderini barındırmakla suçlarken, kimileri de kaldığı yerin basılıp ortadan kaldırılması operasyonuna el altından yardımcı olmakla suçluyor. El-Kahtani, oysa herkes bilir ki, diyor, HTŞ bu “suçlu”nun burada bulunduğundan haberdar olsa, “onu öldürmeyi veya yakalamayı en öndegelen görevi kabul ederdi.” Bununla yetinmiyor, az aşağıda ekliyor: “Haricîlerin başının öldürülmesinden ötürü üzüntü duymuyoruz, ama onun ölümü Sünnilerin elinden olsaydı müminlerin yürekleri ferahlardı.

DAİŞ’in “halife”si ilan edildiğinde takındığı ünvanımsı isimle Ebu İbrahim el-Haşimi el-Kureyşi olarak tanıdığımız Emir Muhammed Said el-Selbi el-Mevla’dan el-Kahtani, “Haricîlerin lideri” diye sözediyor. DAİŞ’e “Haricî” demek HTŞ’ye özgü bir aşağılama şekli değil. Birbirlerini “Haricî” ilan etmek Ortadoğu cihatçılarının ortak raconu. DAİŞ’çiler için çoğu böyle diyor.

El-Kahtani bodoslama dalıyor: “Ümmet niçin bunların liderlerinin öldürülmesine üzülmüyor? İnsanlar neden Haricilerin öldürülmesine seviniyor?

HTŞ ağır abisinin kendi sorusuna verdiği cevap, göreceğimiz gibi, taşıdığı halkla ilişkilerci tonu nedeniyle gayet ilginç. Hülâsası şu: Çünkü bu DAİŞ örgütü “kanlı katliamlar yaparak ümmeti uzaklaştırdı”.

TÖVBE KANDIRMACASI

El-Kahtani DAİŞ’in günahlarını saymaya girişiyor. İlk ağızda andıklarından biri, zamanında epey kan dökülmesine yolaçmış “Tövbe” politikası.

Burada izahat gerekiyor. (Yine el-Tamimi’nin başka bir toparlamasından yararlanıyorum.)

DAİŞ, en güçlü olduğu ve birbiri ardına şehir ve kasabaları ele geçirdiği dönemde, “İslâm Devleti”ni kurumlarıyla kurarken, en üst kurullarında görüşerek bu politikayı ilan etmişti. Samimi olarak tövbe eden herkes ümmete kabul edilecek, öteki müminlerden farksız muamele görecekti. Bunu örgütün 2016 Ağustos’unda -Halep vilayetinde yol alırken arabası ABD ordusunca havadan vurularak- öldürülen namlı sözcüsü Ebu Muhammed el-Adnani bizzat açıklamıştı.

İslâm Devleti örgütünün fethettiği her yerde geçerli olacağı yazılı olarak ve resmî ağızlardan açıkça ifade edilen “tövbe” koşulları, o güne kadar DAİŞ’le karşıt cephelerde bulunmuş, belki ona karşı savaşmış, ancak şimdi yaşadıkları yerler örgütün hakimiyetine girmiş binlerce insan için hayat sigortası gibiydi. İnsanlar “tövbe” etmeye başladılar.

Ancak birkaç hafta sonra, uygulama fiilen, genellikle yazılı olmayan, yalnız sözlü emirlerle eğilip bükülmeye başlanmış, “istisna” kaydı getirilmişti.

İstisna, içten tövbe etseler bile yine yargılanıp idam edilebilecekler kategorisi yaratıyordu. Fakat iş milletvekilleri, yerel meclis üyeleri ile Özel Kuvvetler’de ve istihbarat örgütlerinde görev yapmış olanların sadece tövbe imkânından yoksun bırakılmasıyla kalmayacaktı. İstisna kategorisine girenlerin “tövbenizi kabul edeceğiz” diye kandırılıp öldürülmeleri de caiz olacaktı. Nitekim oldu.

Fazlasıyla sorunlu ve riskli bu “istisna” uygulamasını -sonuçta ele geçirdiği bölgede hakimiyetini kalıcı kılmayı, dolayısıyla halktan süreklilik arz edecek destek görmeyi hedefleyen- “İslâm Devleti”nin bazı vilayetlerdeki (Felluce, Ramadi-el Anbar gibi) teşkilatları reddetti. Fakat Neyneva, Selahaddin ve Diyala’da, keyfî cezalara, infazlara kapı açan uygulamanın tam gaz yürütülmesiyle kalınmadı, kandırılıp öldürülebilecekler arasına başka bir sürü insan da katıldı: içişleri ve savunma bakanlıklarında görev yapmış herkes, her kademedeki yerel meclis ve alt-meclis üyeleri, 2009’dan sonra (bilahare 2012 ertesine çekilmişti sınır) milletvekili seçimlerinde ve yerel seçimlerde adaylık koymuş olanlar, DAİŞ’in öncülü olan cihatçı örgütlere karşı Sahva (Uyanış) birlikleri bünyesinde savaşmış veya Saddam’ın Kudüs Gücü’nde görev yapmış olanlar…

“İslâm Devleti”nin halktan pekâlâ yaygın destek gördüğü yerlerde bu kandırmacalı-kalleşçe tövbe politikasının örgütün itibarını lekelediği, onu Sünni halkın gözünde güvenilmez kıldığı söylenir.

Ebu Meryem el-Kahtani işte bunu hatırlatıyor. “Binlerce Sünni gencini öldürdüler. Allah şahidimizdir,” diyor. Kandırıklı tövbe politikası, anlaşılan, sadece DAİŞ’in değil, asma-kesme gücü yakalamış bütün cihatçı örgütlerin halkla arasını bozmuş, onlara güvenilmez gözüyle bakılmasına yolaçmış.

MUSUL VE ŞENGAL

El-Kahtani’nin DAİŞ “halife”sine bozuk attığı bir başka önemli konu, Musul uluslararası koalisyon güçleri ve Irak ordusu tarafından kuşatıldığında örgütün sivil halkın şehirden çıkışına izin vermemiş, kadınıyla, çocuğuyla, yaşlısıyla binlerce insanın ölümüne yolaçmış olması. “Onları canlı kalkan olarak kullandınız, Haçlı ittifakının hava kuvvetleri de gelip binlerce kadını ve çocuğu öldürdü,” diye suçluyor el-Kahtani. Musul’a -cihatçıların Şiileri aşağılamak için kullandığı tâbirle- “Rafızîler” girdikten sonra kadınların tecavüze uğradıklarını, gözaltına alınıp aşağılandıklarını öne sürüyor ve bundan da DAİŞ liderini sorumlu tutuyor. Tekrarlıyor: “Senin fetvanla böyle oldu, Allah şahidimizdir…

Ebu Meryem el-Kahtani, Şengal’deki soykırım teşebbüsünün ardından Ezidi kadınların esir ve cariye edilmesine de zamanında çok bozulmuş gibi davranıyor. Yine “el-Kureyşi”yi suçluyor. “Onun fetvasıyla oldu,” diyor. Ezidi kadınlara yapılan muameleyi, DAİŞ’lilerin “şehvet ve ihtiraslarının” peşinden gitmesine bağlıyor. Bu olaydan sonra “Irak’taki Sünniler arasında büyük şeytânî fitneler çıktı ve dilin de kalemin de derinlemesine aktaramayacağı hikâyeler doğdu,” diye yakınıyor. Ezidilerle ilgili sözlerini şöyle bağlıyor: “Allah yardımcımız olsun.

* * *

Ebu Meryem el-Kahtani sıradan bir figür değil. Dolayısıyla, ifadelerinin hem HTŞ üst düzeyinin hem de örgüt çevresinde toplaşanların en azından bir kısmının tutumlarını yansıttığını veri almalıyız. DAİŞ’in HTŞ’nin bilgisi dahilinde oralarda liderlerini saklaması, sanırım ilgili hiç kimsenin ilk elde ihtimal vereceği şey değil. Buna karşılık, Suriye’nin değişik yerlerinden gelmiş bir buçuk-iki milyon insanın doluştuğu ve özellikle Rusya-Suriye harekâtları yoğunlaştığında birçok insanın defalarca yer değiştirdiği yörede, yerel ahali tarafından tanınmayan birçok insan barındığından, azıcık sağına soluna dikkat edecek herkesin burada kendini gizlemesi mümkün. Nitekim DAİŞ “halife”sinin bir defa kapağı attıktan sonra hiç evden çıkmadığı biliniyor.

Hem vilayetteki yoğun ve yaygın asker ve istihbaratçı varlığıyla hem bizzat emrindeki Suriyeli cihatçı birlikleriyle kuş uçsa haberi olması beklenecek Ankara’nın olaydaki konumunu aydınlatacak veriye sahip değiliz. HTŞ’yi bir bütün olarak kabul ediyor ve hep örgütün komuta kademesinden sözediyoruz. Yerel düzeyde işler (Ankara’yla, başka örgütlerle ilişkiler) farklı yürüyor olabilir mi?

Şimdilik, el-Kahtani’nin DAİŞ lideri için söylediklerini yorumlamakla yetinelim. “Biz öldürsek yüreğimiz soğurdu,” diyor kabaca.